Turkiye’nin Hristiyanlık tarihi için önemli bir yeri vardır. Özellikle birinci yüzyılda Anadolu’da birçok kilise kurulmuştur. Bunlardan en bilinen olanları günümüzde Türkiye’nin dini turizmine önemli katkılarda bulunmaktadır. Bu kiliseler Efes, İzmir, Bergama, Tiyatira, Filadelfya, Sart ve Laodikya kiliseleridir.

Tabi, günümüzde “kilise” kelimesini kullandığımızda mozaik, ikona, sanat tasvirleri barındıran, çan kuleli, haçlı binalar gelir aklımıza… Fakat Grekçe “ekklesia” (ἐκκλησία) kelimesinin anlamı “bina” değil “cemaat” demektir.

Dolayısıyla İncil’de kilise kelimesini okuduğumuzda, cemaat olarak anlamak gerekir. Hristiyanlık tarihinin ilk 300 yılı boyunca Hristiyanların zulüm görmeleri ve pagan ilahlara adanmış kamu binalarında toplanmayı reddetmeleri nedeniyle, ibadet için Hristiyanlar evleri kullanırlardı.

Dolaysıyla, her ne kadar bu antik şehirlede birinci yüzyıla ait “haçlı” kilise binaları bulunmasa da, hem arkeolojik kazılardan hem de farklı metinsel kaynaklardan birinci yüzyıla kadar geri giden Hristiyanlık izlerini bulmak mümkündür.

Yedi kilise arasında belki en önemli olanı Efes kilisesidir. Bu şehirde bulunan kilisenin kuruluş hikâyesi şöyledir: M.S. 42 yılında İmparator Klavdius, Roma’dan Yahudileri kovan bir bildirge yayınladı.

Böylece Akvila ve Priskilla adında Hristiyan bir karı­koca Efes’e yerleşti. Efes’e geldiklerinde, Vaftizci Yahya’nın vaftizini vaaz eden, ama henüz Kutsal Ruh’u almamış olan Apollos adında birisiyle tanıştılar.

Ona Tanrı yolunu daha doğru biçimde açıkladılar; böylece Efes’teki Hristiyan cemaat kurulmuş oldu. Pavlus, ikinci ve üçüncü yolculuğunda bu şehri ziyaret etti ve birçok insan imana geldi.

Birçok kişi putperest geçmişlerinden tövbe edip bugünün rakamı ile on binlerce Türk Lirası değerindeki büyü kitaplarını yaktı. Demetrius adındaki bir gümüşçü, artık Artemis Tapınağı’nın gümüş maketlerini satamadığı için, diğer gümüşçülerle beraber, Pavlus’a karşı bir ayaklanma başlattı.

Protestocular tiyatroyu doldurup iki saat boyunca, şehir meclisi yetkilileri onları durdurana kadar, “Efeslilerin Artemis’i uludur!” diye bağırdılar (Elçilerin İşleri 19:23­41).

Pavlus bu şehirde tam iki yıl kaldı ve “Tiranus” adıyla tanınan bir binada ilahiyat dersleri verdi. Zamanla Pavlus’un genç öğrencisi Timoteos, Efes kilisesinin önderi olarak atandı.

Efes’teki kilise çok tebliğci bir kiliseydi ve Asya ilindeki yedi kilisenin birçoğu bu Efes kilisesinin çabalarıyla sa kuruldu. Örneğin Epafras adındaki önder Kolose, Hierapolis ve büyük ihtimalle Laodikya kilise topluluklarını kurmuştur (Koloseliler 1:7). Pavlus’un Tiranus okulundaki ilahiyat öğretisiyle birlikte Efes’teki imanlılar derin bir Kutsal Kitap ve ilahiyat bilgisine sahip olmuşlardır.

Nitekim Pavlus’un M.S. 62 yılında, Roma’da tutukluyken Efeslilere yazdığı mektup bunu teyit etmektedir. Buna ek olarak, Efes’te yazılmış olan 1. ve 2. Yuhanna mektuplarından, buradaki Hristiyanların başta Doketist sapkınlık olmak üzere bazı sapkın akımlara karşı mücadele verdikleri de anlaşılmaktadır.

Doketistlere göre İsa’nın bedeni gerçek fiziki bir beden olmayıp, bir görümden ibaretti. Bu görüşe sahip olmalarının nedeni, Doketistlerin beden ve maddeyi kötülük olarak yorumlamalarıydı.

İzmir kilisesi, üçüncü müjdeleme seyahati sırasında, Pavlus tarafından kurulmuştur (M.S. 53­56). Kilise çok zulüm görmüştür. İlk olarak şehirde yaşayan dindar Yahudilerin tepkisini çekmiş, sonrasında Roma tarafından sistematik bir zulüm politikasına maruz kalmıştır.

Bazı imanlılar hapse atılmış, bazıları ise imanlarından dolayı şehit olmuşlardır. Bunun başlıca sebebi, Roma imparatoruna tapınılan kült merkezlerinden bir tanesinin İzmir’de bulunmasıydı.

İzmir “Neokoros”tu, yani, imparatora ibadeti sağlayan ve muhafaza eden şehir.

Doğal olarak Hristiyanlar imparatora tapmayı reddetmiş ve vatan haini sayılmışlardır. Birçoğu canları pahasına İsa’yı izlemeye devam etmiştir. İncil’in Vahiy bölümünde, İzmir cemaatini bekleyen sıkıntılar önceden bildirilir (Vahiy 2:8­11).

Bergama yine Hristiyanları zulüm gördüğü kentler arasında yer almaktaydı. Bergama’ya Roma tarafından İzmir’de olduğu gibi “Neokoros” unvanı verildi. Burada hayatını sürdüren Hristiyanlar büyük baskılar altında yaşamışlardır. Hatta, İncil metninden bildiğimiz kadarıyla Antipas adında genç bir imanlı ile birkaç kişi, imparatorlara tapmadıkları için şehit edilmişlerdir.

Tiyatira emekçi sınıfların ve çeşitli meslek topluluklarının faaliyet gösterdiği bir kentti. Bu meslek toplulukları veya işçi sendikaları genellikle birer koruyucu ilahın gücüne sığınırdı.

Bu gruplar sık sık toplantılarda buluşup putperest adetlerini yerine getirirlerdi. Bu etkinliklerde ilahlara sunulan kurban etleri yenilir, cinsel ilişkiye girilirdi.

Bu durum, imanlı esnafların üzerinde, “ya meslek grubunun özel putperest ibadetleri ve eğlencelerine uyarsın ya da çevresiz, işsiz kalırsın” gibi bir baskı oluşturmuştur.

Filadelfya, Lidya ve Frigya illerinin kültür merkezi olması düşüncesiyle kurulan bir kentti, ayrıca önemli bir Yahudi kolonisi barındırmıştır. Filadelfya’daki imanlılar sayıca azdı, fakat heveslilerdi.

Bu hareketlilik tepkisiz kalmamış ve kısa bir müddet sonra özellikle şehirde yaşayan Yahudiler tarafından zulüm görmeye başlamışlardır. Birçok engelle karşı karşıya kalmışlardır.

İncil’in Vahiy bölümünde, insan gözüyle güçsüz görünen bu kilise cemaatine, hiç kimsenin kapatamayacağı açık bir kapı vaat edilir (Vahiy 3:8).

Roma döneminde Sart kentinin nüfusu 100.000’e ulaşmıştır. Kent tarihinde olduğu gibi, burada yaşayan Hristiyanlar, geçmiş başarılarına güvenip ruhsal uykuya dalmışlardır.

Gündelik hayatta artık Tanrı’yı aramaz hale gelmişlerdir. Dolayısıyla, Vahiy bölümünde şöyle bir uyarı okumaktayız: “Yaşayan topluluk olarak ad yapmışsın, ama ölüsün. Uyan! Tövbe et! Eğer uyanmazsan, bilmediğin saat sana hırsız gibi geleceğim!” (3:1­3).

Kuşkusuz burada, uykudan ötürü kentin yaşadığı tarihsel hezimete bir gönderme yapılmaktadır.

Sart kalesi kral Kroesus döneminde nöbetçilerin uyuya kalmasından dolayı Persler tarafından fethedilmişti. Fakat kilise cemaatinde sadık imanlılar da bulunmaktadır ve bunlara Yaşam Kitabı’ndan silinmeyecek bir ad vaat edilmektedir; yani bu dünyanın geçici görkemleri yerine, sonsuzluk boyunca cennette ün yapmış bir ad vaat edilir.

Son olarak Laodikye kentinden bahsetmek gerek. Laodikya kenti, Büyük İskender’in komutanlarından Seleukos tarafından, M.Ö. 260 yılında kurulmuştur.

Ünlü bir tıp okulunun da bulunduğu Laodikya’da gözler için merhem yapılırdı. Ayrıca siyah yün üreten zengin bir sanayisi vardı. Milyarder ve banker yuvası olan bu kent öylesine zengindi ki, M.S. 60 yılında kenti yerle bir edip yıkan depremden sonra bile Roma devletinin maddi yardımını reddetmişti.

İki tiyatrosu bulunan nadir kentlerden biri olan Laodikya’nın stadyumu, jimnastik salonu ve hamamları son derece lükstü.

Anlaşılan, maddi zenginliklerden yararlanan imanlılar, bu bolluğu Tanrı’nın özel kutsaması olarak yorumlarken, gerçek ruhsal değerleri göz ardı ediyorlardı.

Ama bunun acı tarafı, kendilerinin ruhsal ve manevi olarak da zengin olduklarını düşünmeleriydi. Aslında ruhsal konularda çok gevşeklerdi. İncil metnine göre Laodikya’daki Hristiyanlar, “Zenginim, zenginleştim, hiçbir şeye gereksinmem yok” diyorlardı, ama lüks giysileri ve göz merhemleriyle meşhur olan kentin Hristiyanları Tanrı’nın gözünde ‘zavallı, acınacak durumda, yoksul, kör ve çıplaklardı’.

Bu son hatırlatma aslında maddiyatın hiçbir zaman kendinden bir amaç değil, aksine Tanrı’nın cömertliğini başkalarıyla paylaşmamız için bize verilen birer armağan ve fırsat olduğunu hatırlatmakta.

HIAD olarak temennimiz de aynı şekilde Tanrı’nın bize bahşettiği armağanları cömert bir şekilde toplumla paylaşmak ve bu şekilde Tanrı’nın bize verdiği cömertlik ve sevgi çağrısına karşılık vermektir.